Jump to content

Nergiz Kaplan

Bilim Üyesi
  • İçerik sayısı

    57
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Zafer Günleri

    1

Nergiz Kaplan kullanıcısının paylaşımları

  1. Konu ana düşüncesinden ziyade insanlara ve belirli bir topluma ön yargılı tutum, sağlıksız bir eleştiri getirmiş gibi görünüyor. Daha açık, olgu ve bulgularla konu güncellenir ve sebep sonuç ilişkisiyle iyileştirici bir tavırla düzenlenirse, üzerine tartışılabilir hale gelecektir.
  2. Nergiz Kaplan

    Girişimcilik

    Çünkü genelde herkes dünyayı kurtarıp kısa süre içinde parayla dolu havuzda yüzeceğini düşünerek, kimsenin düşünmediğini keşfettiğini sanarak çılgın hayallerle yola çıkıyor. Haliyle ilk tetiklenen duygu kısa süre için de ciddi gelir, popülerite ve kaygısız kazanç hissinden ibaret oluyor. Ancak beklentiyi karşılamayan insanlar, gelir düzeyi ve tutum ile karşılaşınca 'siz buna layık değilsiniz, anlamıyorsunuz' gibi tepkilere dönüşüyor ve çılgın bir fırsatı insanlar anlamadı ve hiç oldu diye dosya kişide kapanıyor. Halbuki yeterli araştırma, alt yapı, emek verilmiş olsa; bunlar olmayacaktı..
  3. Merkep deyip geçmemek lazım! 1950’li yıllarda Amerikalı mühendisler Türkiye’ye gelmiş.Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda bizde yol güzergahını belirleyecek alet, edevat yok, eleman kıt. Nafia mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şerit metre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış. Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş: – Ne yapıyorlar böyle? – Rampada yolun güzergahını belirliyorlar. – Nasıl yani, anlayamadım? – Eşek % 7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergahı belirliyoruz demişler. Amerikalı katılarak gülmeye başlamış. Yatışınca da sormuş: – Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz? Yetkili cevap vermiş: – Amerika’dan mühendis getirtiyoruz… (Eşek iyi bir kılavuzdur: Gittiği bir yolu hiç unutmaz ve o yoldan şaşmaz. Bu nedenle deve veya katır kervanlarının önüne daha önce bu yoldan gitmiş bir eşeği kılavuz olarak koyarlarmış.)
  4. Flor ismini muhtemelen her kimyacının duyduğu ve hatta halojenürler dediğimiz grubun (halojen Latince tuz yapan anlamına gelir) ilk üyesi olmasıyla bu ünü artmıştır. Peki flor’un özel yeri nereden geliyor? Flor elementi periyodik cetvelin en aktif ametali olmasıyla ün kazanıyor (buna rağmen suda iyonlaşması zayıftır). Bu elementin keşfinin ise ilginç bir hikayesi vardır, o da tabiri yerindeyse ‘katil’ bir element olması. Neden katil diyoruz, çünkü birçok kişinin hayatını kaybetmesine ve yatalak olmasına neden olmuştur. Bunlar başlıklar altında verilirse (konu içerisinde açacağım birçoğunu) can verenlerden İngiliz Thomas ve Knox kardeşler, Niklesse, Belçikalı Louyet. George Agricola Ağır yaralananlardan bilinenler ise; İsveçli Scheele, Fransız Gay-Lussac, Thenard, İngiliz Humprey Davy bilinen şimdilik bunlar (belki daha fazla vardır bilmiyorum) Modern Alman mineral bilimci George Agricola 1529’da madencilerin kalsiyum florür adında bir minerali madenlerde kullandıklarını ve bununda madenleri eritip onların daha kolay işlenmesine sebep olduklarını yazmıştır. Bu mineralin özelliği kolay erimesi ve madenleri de daha çabuk eritmesinden ileri geliyor (Flor çelikleri eritmede de kullanılır ama bu şuan konumuz dışı). Zaten flor adı da buradan geliyor yanı akan, akmakta olan anlamında fluores’te türetilmiştir. Daha sonrada zaten minerallerin sonuna –ite kelimesi getirilerek adlandırılmışlardır., Henrich Schwanhard 1670 yılında Henrich Schwanhard adında bir camcı kalsiyum florürü kuvvetli asitlerle etkileştirmiş ve neticede florik asit buharlarını oluşmuş ve bu da gözlüklerinin camına etki etmiştir. Kendisi bunun su buharı olduğunu düşünmüş ama öyle değil tabiî ki, buhar gözlükleri eritmiş ve pürüzler oluşturmuştur. O zamana kadar kimyacılar çok az kimyasalın cama etki ettiklerini biliyorlardı (bunlardan birincisi şimdi bahsettiğimiz florik asit ve diğeri de [bazı kimyacılar bunu bilmeyebilir] sezyumun hidroksitli bileşiği sezyum hidroksittir. Her ikisi de cama etki eder ama buna rağmen florik asitin suda iyonlaşması zayıftır. Bu yüzden florik [ya da diğer adıyla hidroflorik asit] asit zayıf asit olarak kabul edilir). Daha sonra bunu balmumu ile kaplamış (balmumu kaplanan yere bu asit etki etmiyor) ve camlarda özel şekiller elde etmiştir. Maggraf İmparatorunda desteğini alan bu kişi işlerini iyice yoluna girmiştir fakat bu durumdan kimseye bahsetmeyince florün bulunması zaman almıştır, ta ki 1768 yılına kadar. 1768’de Alman kimyacı Maggraf floritte kükürt bulunmadığını ve bu asidin cam eşyada delikler açabileceğini keşfetmiştir. Buna rağmen florik asidin (ya da keşfedilmişse bile farkında olunmayan flor gazı) keşfedilme onuru İsveç kimyacı Scheele’ye aittir. O da kalsiyum florürü asitlerle birleştirdi ve asitle camı yaktı ama tabi bunları kendinden önce gelenlerden daha dikkatli ve daha titizlikle yaptı. Bu gazın bir asit olduğunu da ileri sürmüştür. Scheele ve Lavoisier Scheele keşfettiği kimyasalların tadına ve kokusuna bakan birisidir (hidrojen siyanürü ve hidrojen sülfür gazını da yine o keşfetmiştir). Zehirlenmemiş olması mucize ama buna rağmen o da 43 yaşında ölmesi kimyasalların ona bir oyunu olabilir, kim bilir. Diğer yandan Lavoisier’in tanımına göre asitlerde oksijen içerdiği biliniyordu (çünkü o zamana kadar hidrojen içermeyen asitler keşfedilmemişti) ama florik asit, klorik asitte (bunları kısalttım normalde hidrojen geliyor bunların başına) oksijen yoktur (hidrojen sülfür ve hidrojen sülfit gerçi bunlar zayıf asittir ama oksijen içermeyen hidroklorik asit güçlü bir asittir) ve bu durum flor elementinin de bir benzeri olan klor elementi içinde gündeme geldi. Davy ve Thomas & Know kardeşler Esasında elektroliz yöntemi keşfedildiğinde (1800 yıllarında) klor elementi oksijenden ayrılıyordu bunu flor içinde düşündüler ama durum hiçte öyle değildi. Çünkü izole ettikleri yerde eksi kutupta pozitif iyonlar açığa çıkmasına rağmen pozitif kutupta hiç flor elementi yoktu. Davy bu yöntemi denedi, hatta yaptığı çalışmalarda florik asitte oksijen içermediğini de gösterdi. Fizikçi Ampere’de klor içinde aynı şeyleri söylemiştir. O da floru izole etmeye çalıştı, ne var ki, flor orada ne kadar pahalı platin varsa birbirine katmış ve neticede hiç flor elementi elde edilmemişti. Ama tabi farklı bileşiklerde bu arada keşfedildi. Neticede Davy’da ellili yaşlarında hayata gözlerini yummuştur. Bunu daha sonra İngiliz Thomas ve Knox kardeşler takip etmiştir. Bu kez deneyi civa üzerinden denediler ne var ki bu da onların sonu oldu. Uzun bir ıstırap verici şekilde onlarda flordan paylarını almışlardır. Knox kardeşleri izleyen Belçikalı kimyacı P. Louyet’i hidrojen florür tamamen götürmüştü. Louyet’in asistanı olan Fremy bu işe girişmenin morg’a bilet almaya benzediğini ifade etmiş. Davy gibi elektroliz yöntemine geri dönmüştür. O da denedi ama ne var ki o da başarılı olamadı. Sebebi ise eksi kutupta hidrojen pozitif kutupta flor elde etme düşüncesiydi. Ama hidrojen florür susuz elektriği iletmiyordu. Bu kez deneyi eriyik halde denedi ama o da olmadı buna rağmen hidrojen florürü susuz olarak elde eden ilk kişi odur. Fremy, Moissan ve Pauling Şimdi geldik zafer bölümüne (bundan sonra azda olsa florün özelliklerinden bahsedeceğim). Fremy’in bir öğrenci var, Moissan. Bu savaşı bırakmadı ve başarılı da oldu. O bu kez deneyi fosforla denedi (daha önce o da hocasından gördüğü yöntemleri geliştirdi. Bunlardan biriside susuz hidrojen florürün elektriği iletmediğidir) kısmen şanslıydı ama bu kez de flor fosforu bırakmadı. Neticede fosforun florlü yeni bir bileşiği elde edildi. O da bu kez yine platine döndü (platin asal bir metaldir) ama olayı biraz pahalıya mal oldu. Çünkü flor ne kadar pahalı platin varsa hepsini yok etmişti. Olayı bu kez yalıtkan olan bir kimyasalla denedi, aklına kalsiyum florür geldi. O da platin –iridyum alaşımlı kimyasal yerine böyle bir yöntem denedi. Kalsiyum florür tıkaç görevi görecek ve platin-iridyum alaşımı gibi sağa sola saldırmayacaktı. Olay gerçekten de Moissan’ın istediği gibi oldu. Tabi birde olayın sıcaklık yönü vardı, eğer öyle olmasaydı Moissan muhtemelen deneyi başarılı geçemeyecekti. O da sıcaklığı -50֯’’ye kadar düşürdü (bilindiği gibi bir kimyasal reaksiyonda sıcaklık düşerse reaksiyon yavaşlar) ve deneyi başarıyla gerçekleşti. Deneyi bir de hocası Fremy’nin yanında yaptı ve 1906 yılında Nobel Ödülüyle ödüllendirildi. Kimyacılar asal gazları (ya da soy gazlar) herhangi bir elementle bileşikle reaksiyona sokamayacaklarına bir zaman inanmışlardı. Ama Amerikalı kimyacı Pauling 1933 yılında bunun böyle olmadığını göstermiş teorik olarak ve öğrencileri de bu durumu deneylerle ispatlamışlardır. Zorda olsa Kripton, Ksenon ve Argon özel koşullarda flor ve oksijenle reaksiyon verebilir. Kullanım alanları Biraz da florün kullanım alanlarına bakalım. Flor genelde soğutucu olarak dolaplarda (freon gazı olarak) ve nükleer reaktörlerde uranyum 235 izotopunu, 238 izotopundan ayırmak için ve dış macunlarında kullanılır. Ama işte buradaki flor elementel (hatta florü elementel halde bile bulamazsınız. Sebebi çok aktif oluşudur) halde olmadığı için çok fazla zarar vermez. Çünkü bileşiği halindedir o yüzden diş macununda flor var diye kullanmamazlık yapmayalım Kaynaklar: [1]. Galileo’nun Buyruğu (Der: Edmund Blair Bolles – Çev: Nermin Arık) – (TÜBİTAK Yayınları – 2011) [2]. Kimya Güzeldir – Ömer Kuleli/Osman Gürel (Pan Bilim Yayınları – 2014)
  5. Kuantum istatistik; bir çoklu parçacık sistemini oluşturan makroskobik durumdan, mikroskobik duruma geçişte tek tek parçacık gruplarını özellik bakımından değil de –en muhtemel- davranış bakımından inceleyen bir sistemler bütünüdür. Dolayısıyla atom ve atom altı düzeyde sistemlerin incelenmesi ve determinist açıdan değil bir olasılık bakımından merkeze oturur ve bu da özdeş sistemlerin toplam enerjileri bakımından nasıl dağıldıklarını bulmak için kullanılır ve bu durum üç istatistik bakımı açısından önem taşımaktadır, bunlar; Klasik istatistiksel parçacıklar (Maxwell-Boltzmann istatistiksel parçacıkları); Bunlar makro anlamda bir özdeşlik ve ayırt edilebilirlik olduğundan herhangi bir şekilde klasik anlamda sorun yaratmazlar ve bunlara bir gazın molekülleri bu cins parçacıklara örnektir. Bose-Einstein istatistiği Bose-Einstein istatistiğine uyan parçacıklar (Bozonlar); Bunlarda özdeşlik bakımından ayırt edilemeyen ve klasik istatistikle açıklanamayan bir durumun sonucudur. Bunların spinleri tam sayı değeridir (0, 1, 2 gibi) ve bunlara α (alfa) parçacıkları, düşük sıcaklıklardaki helyum atomları ve fotonlar örnek verilebilir. Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıklar (Fermiyonlar); Bu grup ailesi yine özdeşlik bakımından ayırt edilemez ve klasik anlamda bir karşılığı olmayan kuantumsal bir davranıştır. Bunlarında spinleri kesirli olup (1/2, 5/2) Pauli dışarlama ilkesine uyan durumlardır. Bunlara da elektron, pozitron, müon, proton örnek verilebilir. Özdeş Parçacıklar Adından da anlaşılacağı gibi, tüm özgün iç özellikleri birbirine benzeyen parçacıklara ‘özdeş parçacıklar’ denir. Kütle, yük, spin vs.) ve sistemin fiziksel özelliklerinin değişmeden yerlerinin değiş-tokuş edilmesine ‘özdeş parçacıklı sistemler’ denir. Klasik istatistikte –buna zaman zaman Maxwell-Boltzmann istatistiği de denir- örneğin bir sistemi ayırt etmek için parçacıkları tek tek yazmamıza gerek yoktur. Klasik istatistik bu durumu deterministçe açıklar. Oysa kuantum istatistikte durumlar biraz farklıdır. Örneğin bir elektron için ayırt edilme durumu tamamen sıfırdır. Yapmamız gereken tek şey elektronları birbirinden uzaklaştırmak olacaktır. Aksi halde elektronlar bir özdeş sistem içerisinde hareket ederler. Bir fermiyon ailesi için anti simetrik bozonlar içinse simetrik kabul edilir. Parçacıklar ya bozon ya da fermiyondur Fizikçilere göre parçacıklar ya bozon ya da fermiyondur ama her şey bozon ya da fermiyon olmayabilir. Örneğin bir basket topu, bir bisiklet tekeri ya da kum tanesi, bunlar birer makroskobik sistemin ölçülebilir durumlarıdır. Yani bunlar özdeş değil ayırt edilebilir durumlardır. Parçacık derken de şunu kastediyoruz; illa da bu elektron veya müon ya da pion bozonu olmayabilir. Bir molekülde olabilir mesela Rubityum-85 atomu (veya izotopu) bu bir bozondur (daha önce bozonların tam sayı değeri aldığını hatırlayın) ve bunları ayırt etmek için bir yöntemimiz var. Fermiyonları sayın ve bir çift oluşuyorsa bozon tek sayı oluşuyorsa o zamanda fermiyondur bu grup. Yalnız her atomun ve bileşenin fermiyon olduğuna dikkat edin, -proton, nötron, elektron vs.- dolayısıyla Rubityum-85 atomunun element sayısı 37 dir, Rubityum-85 atomu 37 proton, 48 nötron ve 37 elektrona sahiptir ve toplamda 122 çift fermiyon içerir. Yukarı da söylediğimiz gibi fermiyon çift grubunu bozon olarak ifade eder. Bu atom temel parçacık olarak ifade edilirse de 255 kuark, 37 elektron da yine 292 fermiyona denk gelir ki bu da yine çift fermiyon durumudur. Tersi bir duruma da örnek vermek gerekirse –yani fermiyon olarak- Uranyum-235, çekirdeğinde 235 tane nükleon ve 92de elektron bulundurup tek sayılı fermiyon duruma geçiştir. Dalga fonksiyonu Kuantum mekaniğinde bir parçacık –ya da sistemin- durumu dalga fonksiyonuyla ifade edilir. Klasik mekanikte kütle, hız, elektrik yükü gibi durumlar ölçülebilir durumlardır. Asıl önemli nokta kuantum mekaniği açısından ifadesidir ve gözlenir durumda olmayan sistemler için nedir onu ifade etmek gerekir. Şöyle ki, dalga fonksiyonunda bir durumun gözlenebilir olması onun (bunu biraz açacağım burada ψ (psi diye okunuyor) ‘nin mutlak karesi alınarak yani ψ² ifade edilir. Schrödinger denklemini yazdığında bu durumu tek bir parçacık için öngörebildi ve parçacık ancak belli bir yerde bulunma durumuyla ifade edildi. Oysa Alman fizikçi Max Born bu durumu uzayda bir fonksiyon olarak değil tüm uzayda belirli bir durum olarak ifade etmiştir. Şu an kuantum olasılık dediğimiz bir durumun başlangıcı olmuştur. Mutlak karesi olarak alınması şartını getirir ve bu da klasik ve kuantum mekaniği arasındaki ayrımı açık bir şekilde ifade eder.
  6. Otto Stern ismini muhtemelen duymuşsunuzdur duymayanlar için kendisi ilk kez -ya da ciddi anlamda deneyle ilgilenen kişisi olarak- protonun manyetik momentini ölçmesiyle tanınır. Konuya giriş yapmadan önce birkaç şey eklemek istiyorum izin verirseniz. Niels Bohr atom teorisi bilindiği gibi ilk kuantum atom modelidir. Daha sonra Sommerfeld takip eder ve kuantum koşullanma dışında bu atom modelinin bir geçerliliği yoktur (sebebi ise spin denilen bir iç açısal momentumun varlığıdır). Bohr tek bir kuantum sayısıyla bütün meseleyi hallederken (çünkü yörüngeler daireseldir burada) Bohr teorisini geliştiren Sommerfeld’te iki kuantum sayısı vardır. Nedeni de yörüngeleri elips şeklinde ifade etmesinden ileri gelir. Burada Sommerfeld elipsin iki çakışan ekseni olduğu için iki kuantum sayısı belirlemiştir (birisi bilindiği gibi ‘n’). Bohr teorisinden spektrum çizgilerinin açıklanmasında daha elde tutulur veriler vermiştir. Diğer kuantum sayısı da ‘k’dır. Burada Stern Bohr teorisi için ‘eğer bu teori kanıtlanırsa fiziği bırakacağım’ demiştir. Tabi daha sonra fiziği bırakmadığı gibi, birde 1943 yılında Nobel almıştır. Neyse bunlar özel konular biz çalışmalarına bakalım (bu arada aynı şeyleri von Laue’da söylemiştir). Stern-Gerlach deneyi Sommefeld’in alan kuantumlanması denilen bir olayı açıklamak için kullandığı bir ifadeyi deneyle uygulanmasından ileri gelir. Sommerfeld spektrum çizgilerinin ayrışmasının imkansız olduğunu ifade etmiş, daha sonra Hollanda’lı bilim insanı Peter Zeeman bu olayı kanıtlamıştır. Nedir bu kanıtlanan olay? Bir spektrum manyetik alana maruz bırakıldığında çizgiler kırılır. Bu olaya kısaca Zeeman olayı ya da diğer adıyla anormal Zeeman olayı denir. Burada Stern-Gerlach bir deney tasarlarlar, moleküler ışın; bu olay atomların yapısını açığa çıkarmada etkili bir yöntemdir. İçi boş bir silindir içerisine atomlar dağılır. Daha sonra bunlar silindir boyunca ilerler ve en son kaynakta (dedektörle) tespit edilirler. Sterm-Gerlach ise dedektörlerle değilde, manyetik alanda incelerler. Tabi bu teknik diğer bilim insanları tarafından pek ciddiye alınmaz ama yinede Stern deneyinde ısrarlıdır. Deneyi şu şekilde tasarlar: Bir ısıtıcı (bu bazı kaynaklarda fırın olarak geçer) gümüş atomlarını ısıtır. Gümüş atomlarının bir çekirdeği ve 47 elektronu vardır. En son elektron yani 47. elektronun manyetik momenti ile elektronun spini orantılıdır. Demek oluyor ki ısıtıcıda atomlar rastgele yayılmışlardır ve diğer şekilde -klasik anlamda- bu durum belirli bir yere yönlenmiş olacaktı. Oysa bu durum iki yöne de sapmış durumdadır (yani aşağı ve yukarı olarak) bu klasik fiziğin açıklayamadığı bir durumdur. Esasında deney bu şekilde gerçekleşmez, en son aşamadır bu. Çünkü protonun manyetik ölçümü demek kütlesi ile bir oranın yıkılması anlamına gelir. Yerleşik bir düşünce protonun manyetik momenti (bu duruma kısaca nükleer manyeton) ile elektronun manyetik momenti (buna da kısaca elektron manyetonu denir) elektronun manyetik momentinin kütlesi ile tersini verir. Örneğin protonun kütlesi elektronun kütlesi oranı 1/1836’dır buna göre manyetik momentte bununla orantılıdır şeklinde bir düşüncedir. Ama durum deneysel olarak tam olarak protonun 2,5 katı daha ağır olmasıdır. Şöyle ki protonun kütlesi (atıyorum) 2.10^-18 ise bunu 1836 ile bölün elektronun kütlesini bulacaksınız. Tam tersi yani 2.10^18 elektronun manyetik momenti diğer şekilde 1836’ya bölün ve çıkan sonucu 2,5 ile çarpın bu durum (yani gerçel olarak protonun kütlesi alınarak manyetik moment bulunabilir) protonun manyetik momentini verecektir, bu zorluğun nedeni elektron gibi protonunda bir iç açısal momentuma sahip olmasıdır. Yani spine oysa elektron için bu durum basittir zorluk ise protonun manyetik momentinin küçük olmasından kaynaklanır. [1]. Prof.Dr.Erol Aygün – Prof.Dr.D.Mehmet Zengin – Kuantum Fiziği (Bilim Yayınları-2009) [2]. Hidrojen – John. S. Ridgen – ODTÜ Yayınları (2013)
  7. Üzülerek gruplarda dolaşırken gördüğüm bir yayından ve yorumlardan alıntılar yaparak kalıcı hale gelmesini planlayarak siteye ekliyorum, Homo saphiens ve konuyla ilgili arkadaşların isimlerine yer verilmiştir. Ongun Batuhan Altan Aptallıkta sınır tanımayan homosaphiens türünün yakın tarihte yaptığı başka bir aptallığın sonuçlarını gösteren iki tane link ekledim. 1985-2000 yılları arasında Avustralya’da Macquire adası’nda kedilerin lokal deniz kuşlarını öldürdükleri düşüncesiyle kedilere savaş açıyorlar ve kedilere karşı soykırım yapıyorlar. Yahudilere karşı soykırım kötü ve yasak ama kedilere serbest. İki yüzlülük böyle birşey. Akabinde ne oluyor? Kedilerin yok olmasıyla beraber fare ve tavşan nüfusu inanılmaz artıyor. Fareler o kurtarmaya çalıştıkları kuşların yumurtalarına bayılıyorlarken tavşanlar ise maşallah salatalık sever bir kitle olarak bitki örtüsünün canına okuyor. Aynı yerin farklı yıllarda çekilmiş fotolarına bakınca durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılıyor. Kedi konusunda yapılmış aptallık sadece bundan ibaret değil tarihte. 13. yüzyılda 9. Gregory denen aptalın biri kedileri şeytan olarak görmesi yüzünden 13 Haziran 1233’te Vox in RAMA adlı papa kararnamesi yayınlar ve akabinde 75 milyon insanın ölümüne sebep olacak olaylar gelişir. Avrupa’nın üçte biri veba yüzünden telef olur. Einstein, İki şey sonsuzdur: Aptal insanın aptallığı ve evren demişti. Haklı tabi. Hala bu kadar bilgi birikimine rağmen bunlar yapılıyorsa aptallıktan nasibini almıyor demektir insanlar. Bu birincisi, bu da ikincisi.. Kediler ve veba ilişkisi konusunda bütün internet alemlerinde yazılıp çizilmiş türlü hikayeler var ama doğrudan bir ilişkiden bahsetmek en hafif tabirler spekülatif. Konuyla ilgili yine bu grupta daha önce şöyle yazmıştım, bire bir kopyalıyorum: Bilgehan Karaca “Vox in Rama ile ilgili bilgiler genel olarak doğru ama bunun vebayla ilişkilendirilmesi birazcık zor. Çünkü en başta Vox in Rama Mainz’daki münferit bir olay ya da bir engizisyon memurunun iddiasıyla ilgili yerel bir bildiri, Mainz’daki heretik bir kültün ortadan kaldırılmasını amaçlıyor. Siyah renkli kedilerle ilgili altkültür bundan çok daha eski. Avrupa paganlığının çoğu kesiminde siyah kedilerin dinî anlamları var, bu nedenle Hristiyanlıkla beraber doğal olarak olumsuz önyargıyla karşılanmışlar. Ayrıca veba, pireler ve pirelerin konağı olan memeliler aracılığıyla yayılıyor. Kedi sayısının (aslında sadece siyah renkli kedilerin sayısının) azalmış olduğunu varsayarsak bu bir yandan farelerinin konaklığını artırırken kedilerin konaklığını azaltır. Ayrıca vebanın ondan beş-altı asır kadar önce Jüstinyan Salgını, beş-altı asır sonra da Çin Salgını vakaları var. Hatta 2013’te bile Madagaskar’da bir salgın daha yaptı. Kısaca, vebayı Vox in Rama’yla ilişkilendirmenin altını doldurmak güç.” Önder Atar Avustralya’daki feral kedi sorunu gerçekten büyük ve bu sorunla nasıl baş edeceklerini hala bulabilmiş değiller. Aslında bu sorun da yine kıtaya insanlar tarafından getirilen köpeklerin, büyük avcılardan yoksun kıtada vahşileşmesiyle ortaya çıkan dingosorununun çözümüyle ortaya çıktı. Dingoların nüfusu kontrol altına alınınca, kediler bu sefer açık büfe gibi hazır bekleyen Avustralya vahşi doğasına dadandı. Kıtanın yüzden fazla yerli hayvan türünün nesli feral kedi sorunu yüzünden tehdit altında. Bunlar aptalca karardan öte, kısa vadeli çözümler. Vaka da haberde vurgulandığı gibi insanın tabiatın dengesine müdahale etmesi şeklinde değerlendirilemez. İnsanlar eliyle taşınan istilacı türlerin istilası doğal bir durum değil. Macquire’deki yerli türlerin kedilere karşı geliştirdikleri bir savunma yöntemi yoktur çünkü insanlar kedileri adaya getirene kadar adada kedi yaşamamıştır. Bu tür durumlarda yerli türlerin savunma geliştirmesi için gereken süre, nesillerinin tükenmesi için gereken süreden çok daha fazladır. Bu gibi konuları paylaşmadan önce bir şeye karar vereceğiz. Insan doğal bir yaratık mı? Yoksa doğa dışı/üstü mü? Bu ikilemin bir tarafına meylettigimiz zaman ekosistem, atmosfer, litosfer, hidrosfer, endemik türler, domestik türler, yakın türler, uzak türler üzerindeki etkisini iki farklı bakış açısıyla yorumlayacağız. Ertuğrul Artar Ilki insan türünün bütün yaptığı yapacağı doğal değildir. Doğaya karşıdır. Doğanın düzenini bozar. Dolayısıyla yapaydır. Ikincisi ise insanın bütün yaptığı / yapacağı doğaldır. Doğa yeni biçimini insan eliyle / marifetiyle almaktadır. Dolayısıyla yapay diye bir kavram yoktur. Asla olmamalıdır. Bu iki açılım ön kabulü ile türün başlangıç noktasına dönecek olursak iki temel yaklaşım ortaya çıkmaktadır. 1- Insan doğal değil, yapay seçilim ürünü bir türdür. Dolayısıyla maddenin kendi kendine mana bulup kendini değiştirmesi gibi bir yaklaşım söz konusu değildir. 2- Insan yapay değil doğal seçilim sonrası oluşan bir türdür. Dolayısıyla insan da doğanın bir parçası olarak maddenin mana bulmuş versiyonudur. Bu yaklaşımla da insanın doğaya verdiğine hukmettigimiz hiç bir zarar ya da atmosferik, hidrosferik veya ekolojik denge değişikliği doğa dışı değildir. Doğanın kendi oluşturduğu bir tür marifetiyle kendini geliştirmesidir. Şimdi bu çelişkili açılıma net bir cevap bekliyorumm. Sizce biz hangisiyiz? Doğal bir tür mü? Yapay bir tür mü? Soru da muhtemel cevapları da çok rahatsız edici. Öyle değil mi? Bilmiyoruz, durmak bilmiyoruz. İşimize gelmiyor. Hiç bitmeyecek gibi davranıyoruz Güneş’in ışığı, soluduğumuz hava, içtiğimiz su.. Biz bitince ancak biter bu çile.. kaynak
  8. Dünya’nın tektonik plakaları birbirinin altına daldıkça, daha önce düşünüldüğünden üç kat daha fazla suyu gezegenin iç kısmına sürüklüyor. Bunlar Nature dergisinde yayınlanan (14 Kasım) yeni bir makalenin sonuçları. Araştırmacılar, Filipin plakasının altındaki Pasifik levhasının kaydığı Mariana çukurundaki deprem eğilimli dalma bölgesinin doğal sismik seslerini kullanarak yüzeyin derinliklerine inen kayaların içine ne kadar suyun karıştığını tahmin edebildiler. Su, minerallerin kristal yapısında depolanır. Sıvı, yepyeni, sıcak okyanus plakaları oluştuğunda ve komşu plakaların altında ezildikçe ve aynı plakalar büküldüğünde ve çatlarken, yer kabuğu içine dahil olur. Bu ikincisi, dalma olarak adlandırılan süreç, suyun kabuk ve mantoya derinlemesine nüfuz etmesinin tek yoludur, ancak süreç boyunca ne kadar suyun kaybolduğu hakkında çok az şey bilinir. Bilim insanları deprem dalgalarının hareketinden yer kabuğunun 30 km. kadar altına indiğini buldular. Ölçülen hızları, orada bulunan bilinen sıcaklık ve basınçlarla birlikte, dalma bölgelerinin, her milyon yılda bir 3 milyar teragram su çektiğini hesapladılar (bir teragram, bir milyar kilogram). Dalma bölgelerinden aşağı çekilen su akla durgunluk verecek ölçüde. Ancak okyanuslarda su kaybına rastlanmıyor. Bu da kayıp suya eşit derecede suyun yüzeye çıktığını gösteriyor. Bilim insanları suyun yüzeye tekrar volkanlarla çıktığını düşünüyor. kaynak: https://www.nature.com/nature/volumes/563/issues/7731

Hakkımızda

Sitemiz bir "Günlük" olarak derleme yayın, yorum, diyalog ve yazılara vermektedir. Güncel bilim haberleri ve gelişmelere ek olarak özellikle sosyal medyada gözden kaçan, değerli gördüğümüz tüm içeriğe kaynak ve atıflar dahilinde sitemizde yer vermekteyiz. Bu sitede verilen bilgilerin kullanım sorumluluğu tümüyle kullanıcıya aittir. Sayfalarımızda yer alan her türlü bilgi, görsel ve doküman sadece bilgilendirmek amacıyla verilmiştir.

Bilim Günlüğü internet sitesi 5651 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında Yer Sağlayıcı olarak faaliyet göstermektedir. İçerikler, ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Yer Sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir.

Yer Sağladığı içeriğin 5651 Sayılı Kanun’un 8 ila 9. maddelerine aykırı şekilde; kişilik haklarınızı ihlal ettiğini ya da hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız buradan iletişime geçerek bildirebilirsiniz. 

Bildirimleriniz dikkatle ve özenle incelenmekte olup kişilik haklarınızın ihlali ya da hukuka aykırılığın tespiti halinde mevzuat kapsamında en kısa sürede işlem yaparak bilgi vereceğiz.

×
×
  • Yeni Oluştur...