Jump to content

Biyolokum

Bilim Üyesi
  • İçerik sayısı

    110
  • Katılım

  • Zafer Günleri

    1

Biyolokum kullanıcısının paylaşımları

  1. Psikolojik mi yoksa auramız ile mi ilgili bilemiyoruz henüz ancak çoğumuzun kendimize dönük bakışları hissettiğini hatta aşırı rahatsızlık duyduğunu biliyoruz. Peki bu farkında olmadığımız bir duyumuzun olduğuna işaret mi yoksa birer yanılsama mı ? Öncelikle bilinmesi gereken iki terim var: Bakmak: Bir cisme odaklanıp cismin görüntüsünün ağ tabaka üzerinde bulunan sarı noktaya düşmesini sağlama girişimidir. Görmek: Ağ tabaka üzerindeki yanal sensörlerin bir görüntüyü tespit edip beyne sinyal göndermesidir. Bakmakla görmek farklı şeylerdir hatta göz içinde bulunan reseptörleri bile farklıdır. Mesela bir şeye baktığımızda gözümüzün Koni Reseptörleri daha fazla iş yaparken bir şeyi gördüğümüzde Çomak Reseptörleri daha fazla iş yapar. Koni reseptörleri aynı zamanda renk görme yetisine sahiptir. Cisimlerin hem şeklini hem de rengini okuyabilir, bilinçli odak noktasıdır ve bakma işini yapar. Çok az sayıdadır ve sadece sarı bölge ve biraz yakınlarında toplanmıştır. Oldukça dar bir görüş açısı vardır. Çomak reseptörler ise ağ tabakanın görüntü düşebilen her yerine yayılmıştır. Oldukça fazla sayıdadır. Çomak reseptörlerin renk görebilme kabiliyeti yoktur. Cisimlerin şekillerini ve hareketlerini fark edebilir. Göze giren bütün ışık görüş alanı kapsama açısı içindedir. Kısaca eğer birisini size baktığını fark ettiyseniz bunu yaparken o kişiyi görmenize gerek yok, size bakıyor gibi görünen yüz duruşu çomak reseptörleriniz tarafından algılanır ve beyne iletilir. İlginç gelebilir, eğer bakılmaktan hoşlanmayan biriyseniz çomak reseptörleriniz daha hassas çalışır. Çünkü siz karakteriniz aracılığı ile vücudunuzu kullanma tarzı oluşturursunuz ve vücudunuz sizin karakterinize uygun olarak farklı özelliklerini geliştirir. Kimisinde güç, kimisinde zeka, kimisinde, odaklanma… Bazen sokakta yürürken otobüste seyahat ederken, bir sinema filmine veya spor karşılaşmasına veya ev toplantılarına gittiğimizde öyle dalgın veya düşünceli bir tarzda etrafımıza bakarken birden sağımıza, solumuza veya arkamıza bakma ihtiyacı hissederiz ve dönüp baktığımızda o anda birisinin bize baktığını görürüz. Muhtemelen o kişi bize bakarken bizimle ilgili bir şeyler düşünmektedir. Kimi zamanda tersi yaşanır. Biz birisini görür ve onunla ilgili bir şeyler düşünmeye başlarız. Saçını, elbisesini, ne kadar kilolu veya zayıf olduğunu, ayakkabısının elbisesine hiç yakışmadığını, ne kadar kederli bir yüzünün olduğunu düşünürken birden karşımızdaki insan sanki bizim ona baktığımızı hisseder gibi gözünü direk gözümüze odaklar. Yine toplum içerisinde birileriyle konuşurken aynı anda aynı şeyleri söyleyiveririz veya aynı önerileri paylaşırız. Kimi zaman da tam bir şey söyleyecekken, sizden önce birisi sizin söyleyeceklerinizi söyler ve şaşırırsınız. Telefonunuz veya kapınız çaldığında o anda arama ihtimali en düşük birisi aklınıza gelir fakat bakarsınız ki arayan veya gelen o kişidir. Telepati yeteneği hemen hemen herkeste bulunmasına rağmen, daha başarılı sonuçların alınmasında kişiler arasındaki heyecansal uyumun yani sempatinin olumlu etkisi vardır. Birbirlerine aşık olan insanlar, anne ve çocukları, samimi dostlar, kardeşler, ikizler kendi aralarında bu türden deneyimleri daha sık bir oranda yaşarlar. Birbirlerine sempatik bağlarla bağlı olan insanlar arasında düşünce alışverişinden doğan telepatik etkileşimler olabildiği gibi yine aynı doğrultuda bazen ağrılar bazen fiziksel rahatsızlıkları da birbirlerine intikal ettirilebilir.
  2. Hindistan cevizi yağı, vajinal kuruluğu gidermek için popüler bir doğal seçenektir. Bazı araştırmalar, hindistan cevizi yağının cilt üzerinde kullanılmasının güvenli olduğunu ve etkili bir nemlendirici olduğunu göstermektedir. Birçok insan, vajinal rahatsızlığı hafifletmek ve cinsel ilişkiyi daha rahat hale getirmek için kimyasal içerikli numuneler yerine doğal vajinal nemlendiriciler kullanmaktadır. Bununla birlikte, lateks bazlı doğum kontrol malzemelerini kullanan kişiler, hindistan cevizi yağını nemlendirici olarak kullanmamalıdır. Malzemenin yağ ile teması halinde, lateksi parçalayarak daha az etki göstermelerine neden olabilir. Bu yazıda; ‘hindistan cevizi yağının vajinal bir nemlendirici olarak kullanılıp kullanılmayacağı, eğer kullanılacak ise güvenli bir şekilde nasıl kullanılacağını ve riskleri var mı?’ sorusunun cevabını anlatacağız. Bu yazı ayrıca, cilt için hindistan cevizi yağı kullanmanın diğer faydalarını ve vajinal kuruluk için bazı alternatif seçenekleri de kapsayacaktır. Bununla birlikte, hindistan cevizi yağının vajinal bir kayganlaştırıcı olarak etkinliğine dair kanıtlar, şu ana kadar büyük ölçüde anekdottur. Birçok insan saçlarını ve cildini nemlendirmek için hindistan cevizi yağını kullanmaktadır. Bazı araştırmalar, hindistan cevizi yağının cilt üzerinde kullanılmasının güvenli olduğunu ve kuruluğun giderilmesine yardımcı olabileceğini göstermektedir. Örneğin, 2013 yılında yapılan bir çalışmada, çocuklarda hafif ile orta dereceli olan dermatit tedavisinde, topikal hindistan cevizi yağı kullanımı araştırılmıştır. Araştırmacılar, hindistan cevizi yağının, cilt kuruluğu dermatit semptomlarının tedavisinde mineral yağdan daha etkili olduğu sonucuna varmışlardır. Çalışmaya katılan çocukların hiçbiri, hindistan cevizi yağına olumsuz bir reaksiyon göstermemiştir. Araştırmacılar ayrıca hindistan cevizi yağının: Cildi kaplayarak su kaybını azalttığını, Cilt bariyerinin güçlendirilmesine yardımcı olduğunu, Yumuşatıcı özelliklere sahip olduğundan, cildi beslemeye ve nemlendirmeye yardımcı olabileceği söylüyorlar. ‘Güvenle nasıl kullanılır?’ Bilim insanlarının yaptığı bazı çalışmalar, hindistan cevizi yağının cilt üzerinde kullanımının genellikle güvenli olduğunu göstermektedir. Hindistan cevizi veya hindistan cevizi yağına karşı alerjisi veya hassasiyeti olan herhangi birisi, bu tip ürünleri cilt üzerinde veya kişisel kullanımda kullanmaktan kaçınmalıdır. Hindistan cevizi yağı kullanmadan önce, cilt üzerinde ufak bir deneme yapılmalıdır. Öncelikle bileğin iç tarafına (reaksiyonların en net görüldüğü ince bölge oluşundan dolayı) az miktarda hindistan cevizi yağı sürülmeli ve reaksiyon olup olmadığını görmek için 24 saat beklenmelidir. Aşağıdaki yan etkilerden birisini görülür ise kullanımı uygun değildir: Kaşıntı Yanma Şişme Tahriş veya rahatsızlık Kızarıklık Hindistan cevizi yağını eğer vajina için kişisel bir nemlendirici olarak kullanmak istiyorsanız, vajina açıklığına uygulayabilirsiniz. Riskler nelerdir? Vajina içindeki doğal pH dengesini bozabilir ve bu da enfeksiyon riskini artırabilir. Vajinal enfeksiyonlara yatkın kişiler, hindistan cevizi yağını nemlendirici olarak kullanmadan önce doktorlarıyla konuşmalarında yarar vardır. pH değişikliklerine karşı oldukça duyarlı olan kişiler, daha güvenli yöntemleri kullanmaları gereklidir. Hindistan cevizi yağı gibi yağ bazlı nemlendiricilerin kullanımı, yağ dağılabileceği için elbise, iç çamaşırları ve çarşafları lekeleyebileceği unutulmamalıdır. Blog bölümünde Kübra Erdem tarafından kaleme alınmıştır, üyeliği sonrasında hesabına aktarılacaktır.
  3. Biyoenerji gözlem skalaları içerisinde varlığı kanıtlanmış, ancak parapsikoloji kapsamında incelenen bir alan; detaylı araştırma ve tecrübe eden insanlarla görüşülmesi şart derim.
  4. Zaten Covid19 için uygulanan tek tedavi yöntemi bu hocam, plazma toplanarak enjekte ediliyor. Yani mantık çoktan işletilmiş durumda :)
  5. İnsanın, insan olarak değer göremediği bir ortamda, hayvana, insanlık beklemek bile çok yüce bir davranış..
  6. Malum yaz aylarını geride bırakacağız ve bu aylarda özellikle kışa yaklaştığımızda balık tüketimi çok daha artmakta. Ancak halkımız arasında yersiz bir inanç vardır. Balık ile yoğurt birlikte yenmez. Ancak bu kesinlikle yanlış bir inanıştır. Balık ve yoğurdun birlikte tüketilmesinin besin zehirlenmesine yol açacağı düşüncesi tamamen yanlıştır. Nitekim bu düşüncenin yanlış olduğu doktorlarca da desteklenmektedir. Otellerde balığın yanında yoğurt ve türü besinlerin servis edilmesi, Türk toplumuna has rakı sofrasında yoğurt ve türü besinlerin tüketilmesi buna en iyi örnektir. Taze balığın yanında yoğurt yemek zehirlenmeye yol açmaz. Fakat bayatlamış balık tüketimi yani üzerinde fazla miktarda bakteri üremiş olan balık ile birlikte yoğurt yemek zehirlenmeye yol açar. Bu zehirlenmenin yoğurt ile kesinlikle alakası yoktur. Zaten bu durum bilimsel olarak da henüz kanıtlanmış değil. Aksine yoğurt yapımında kullanılan mayada, probiyotik bakteri olarak adlandırılan Lactobasillus türü faydalı bakteriler bulunur. Bu bakteriler zehirlenme sonucu bağırsaktaki zararlı bakteriler ile mücadele eder. Kısacası balığın yanında yoğurt tüketmek faydalıdır. Zehirlenme belirtileri kişide 30 dakika ile 1,5 saat arası bir sürede görülür. Bu süre kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Zehirlenmenin en belirgin belirtileri kusma, mide bulantısı, ishal, baş dönmesi, uyuşukluk ve üşümedir. Bu belirtilerin görülmesi durumunda hemen doktora gidilmesi gerekir. Bayat balık tüketiminden doğabilecek besin zehirlenmesini önlemek için şunlara dikkat etmeliyiz; Dondurulmuş balık alırken seçici davranmalıyız. Balığın derisinin gergin ve parlak olmasına dikkat etmeliyiz. Balığın solungaçlarının ve gözlerinin parlak olmasına dikkat etmeliyiz. Bilmediğimiz ve güvenmediğimiz balıkları almamalıyız. Tropik sularda yaşayan balıkları tüketmemeliyiz.
  7. Din ile bilim her dönemde açıktan ya da üstü örtülü çatışma içinde olan iki kültürel etkinliktir. Çatışmanın kökeninde bağnazlığın özgür araştırmaya olanak tanımak istememesini bulmaktayız. Bilim doğada olup bitenleri betimlemeye, açıklamaya yönelik bir çalışmadır; amacı evreni anlamak, yöntemi nesnel gözleme dayalı ussal çıkarımdır. Dine gelince, burada daha karmaşık, çok yönlü bir olayla karşı karşıyayız. Basit bir çözümleme, özellikle göksel dinlerin üç ana öğeyi içerdiğini göstermektedir: (1) Yalnızlık ve yetersizlik duygusu içinde olan kişiye ruhsal erinç ve doyum olanağı sağlayan bir tapınma biçimi; (2) Belli ahlâk kurallarına dayalı toplumsal bir düzen; (3) Evreni ve evren içindeki insan yaşamını anlamlı kılan hazır, anlaşılır bir açıklama. Bu üç öğenin hem anlam, hem geçerlik temeli “Tanrı” denen yetkin, yaratan, bağışlayan, koruyan, ama gerektiğinde cezalandıran yüce varlık kavramında yatmaktadır. Başka bir deyişle, dinin tüm boyutlarında açıktan ya da örtülü Tanrı düşüncesi vardır. Tanrı, tapınma etkinliğinin yönelik olduğu varlık, ahlâk kurallarının gerekçesi ve yaptırım gücü, bilgimizin yanılmaz kaynağıdır. Bilimin dinle bağdaşmazlığı yalnızca “teoloji” diye bilinen üçüncü öğe bakımındandır; tapınma gereksinimi ve ahlaki düzen bilimin inceleme alanı dışında kalan konulardır. Din evreni açıklama işlevinde bağnaz ve tekdüzedir; özellikle her şeyi açıkladığı savında olan teoloji yeni arayış ve buluşlara kapalıdır. Teolojinin bilimle kavgası düşüncede tekelci egemenliğini yitirme korkusudur. Geçmişte teologları bir tür “ölüm-kalım” savaşına iten iki büyük olay bu kavganın unutulmaz örnekleridir. Bunlardan biri “Kopernik Devrimi” diye bilinen gelişme, diğeri “Darwin Kuramı” denen evrim düşüncesidir. Birincisi, üzerinde yaşadığımız gezegeni evrenin merkezi olmaktan çıkardığı; ikincisi, insanı tüm diğer canlılar gibi doğanın bir parçası, evrim sürecinin bir ürünü saydığı için teolojiye tersdüşmüştür. Ortaçağ karanlığında kalıplaşan teolojik öğretinin zihinler üzerindeki egemenliğini bilimle paylaşması beklenemezdi, kuşkusuz. Dünyanın nasıl oluştuğu, canlıların nasıl ortaya çıktığı kutsal kitaplarda yazılıydı. Kilisenin tepkisinden korkan Kopernik kitabının yayımlanmasını yaşamının son yılına kadar geciktirme zorunda kalmıştır. Darwin de kuramını açıklama konusunda uzun süre çekingen davranır; Wallace’ın çalışmasıyla karşılaşmasaydı, belki de, Türlerin Kökeni’ni yazma yoluna bile gitmeyecekti.*
  8. Probiyotik içmek her zaman fayda getirmeyebilir. Probiyotikler, milyonlarca insanın mikrobiyomlarını arttırmak veya bağırsak ekosistemini bir doz antibiyotik aldıktan sonra geri kazanmak için kullandıkları mikroorganizmalardır. Yine de, gerçekten işe yarayıp yaramadıkları ile ilgili sorular devam ediyor. İnsanlar probiyotik aldığında bağırsakta gerçekten neler olduğunu bulmak için. İsrail’deki Weizmann Bilim Enstitüsü’nden immünolog Eran Elinav ve meslektaşları, sağlıklı gönüllülerin mikrobiyomasını doğrudan endoskopiler ve kolonoskopiler kullanarak örneklediler. Diğer birçok mikrobiyom araştırması, bağırsak mikropları için fekal örneklere dayanır. Daha sonra gönüllülerin 15’ini ya ticari olarak satılan bir probiyotik takviyesi ya da bir plaseboyla beslediler. Sonuç çarpıcıydı. Bir başlangıç için, dışkıda bulunan mikroplar bağırsakları kolonize edenlerin temsilcisi değildi. Elinav, “Dışkı örneklerine güvenmek bağırsakların içinde ne olduğuna dair bir gösterge olarak yanlış” diyor. Araştırma ayrıca probiyotiklerin bazı insanların gastrointestinal kanalını kolonize ederken, diğerlerinin bağırsak mikrobiyomlarının onları dışarı attığını gösterdi. İnsanların hangi kategoriye girdiğini söylemek için dışkı örneğinden bahsetmenin bir anlamı yoktur. Elinav, “Bazı insanlar bağırsaklarında probiyotikleri kabul ederken, diğerleri onları bir uçtan diğerine geçiriyor” diyor. Probiyotik kolonizasyon patern lerinin bireye büyük ölçüde bağımlı olduğunu bulmuşlardır. Bu, herkesin süpermarketten satın alınan evrensel bir probiyotikten yararlanabileceği kavramının ampirik olarak yanlış olduğunu söylüyor. Güçlü rahatsızlık Daha sonra araştırmacılar, antibiyotiklerden sonra mikrobiyomlarını geri getirme umuduyla probiyotik alan kişilerin mikrobiyomuna ne olduğunu ölçtüler. Yirmi bir gönüllü, aynı antibiyotik tedavisi aldı ve daha sonra üç gruptan birine verildi. İlk grubun mikrobiyomunun kendi başına iyileşmesine izin verilirken, ikinci gruba probiyotik verildi. Üçüncü grup, bir fekal mikrobiyota transplantı (FMT) ile kendi orijinal pre-antibiyotik mikrobiyomunun bir dozu ile tedavi edildi. Probiyotik bakteriler, antibiyotiklerin yolu temizledikten sonra ikinci gruptaki herkesin bağırsaklarını kolaylıkla kolonize etti. Ancak, araştırmacılar, bu kişinin normal mikrobiyomun altı aya kadar geri dönmesini engellediğini fark ettiler. Elinav, “Probiyotikler, orijinal mikrobiyomun orijinal durumuna geri dönmesini çok güçlü ve ısrarla engelledi” diyor. “Bu bizim için çok şaşırtıcı ve endişe verici. Bu olumsuz etki bugüne kadar açıklanmadı. ” Karşıt etki, FMT ile kendi ön-antibiyotik mikrobiyomu verilen hastalarda gözlenmiştir. Yerli bağırsak mikrobiyolojisi günler içinde normale döndü. Araştırmacılar uzun süreli mikrobiyom bozukluğunun klinik etkisini ölçmemekle birlikte, önceki çalışmalarda bağırsak mikropları ve obezite, alerjiler ve iltihaplanma bozuklukları arasında bir bağlantı bulunmuştur. Elinav, “Potansiyel olarak zararlı” diyor. Sonuç olarak, probiyotiklerin her zaman zararsız üne sahip olmadıkları ve etkili olmaları için formüllerinin bireye uyarlanması gerektiğidir. Çeviri: Ihsan Soytemiz, Dergi referansı: Celi, DOI: 10.1016 / j.cell.2018.08.041; 10.1016 / j.cell.2018.08.047, kaynak.
  9. Konu belki farklı bir amaçla açıldı, ancak hitap ile konu hükmünü biraz kaybetmiş gibi, bilemedim. Popüler kültür etkisi ile pis olmanın, kutsal dinlere inanca sahip olan kitlenin bağdaştırılması biraz garip görünüyor :)
  10. Biyolokum

    Anunnakiler Gerçek midir?

    Kesinlikle Dünya dışı bir müdahale olduğu gizemli noktaları inceleme fırsatı bulan herkesin kafasında uyanan bir düşünce; bunu inkar etmek imkansız. Ancak Anunnakiler mi yaptı, altın için bu kadar ucuz bir çaba neden diye sormak lazım. İşin detaylı araştırmasını yapmadım, kaynaklara güvenmek de güç oluyor bu tarz konularda. Ancak Altın çabası ile yola çıkan hikayenin pek mantıklı geldiğini söyleyemeyeceğim.
  11. Twain tam vaktinde oradaydı, 46 East Houston Street, New York adresindeki o depoda daha önce de bulunmuştu. O gece yanlarında gazeteci olan bir başka arkadaşları daha vardı. Laboratuvar her zamanki gibi, Tesla’nın buluşlarından biri olan kablosuz lambalarla aydınlatılıyordu. Tesla tam bir şovmendi ve ve yine şaşırtmamıştı; sadece misafirlerinin eğlencesi için elinde kor alevden toplar tutuyor ve tüm bedeni ışıkla parlıyordu.. Üstelik bunları yaparken göstergeler iki milyon (2.000.000) voltu gösteriyordu!!! Maceracı Twain daha sonra köşedeki kare bir platforma çıktı, Tesla bir anahtara bastı ve platform titremeye başladı, Twain çok eğleniyordu ama Tesla “bu kadar yeter” dese de Twain “beni buradan anca vinçle indirmen gerekir” diye tutturmuştu. Tesla konuyu uzatmadı, çok geçmeden Twain kendiliğinden platformdan indi ve telaşla “tuvalet nerede” diye sordu… Mark Twain’in üzerine çıktığı rahatlatıcı platform mekanik bir salıngaçtı, Tesla makinesinin insan üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerinin farkındaydı ve genel sağlığın iyileştirilmesinde faydalı olabileceğini düşünüyordu… Tesla, 1894’te bu cihazı paltonuzun cebine koyabilecek kadar küçük ve taşınabilir bir hale getirerek patentini aldı. 18 cm uzunluğunda ve 1 kg’dan daha hafifti. Tesla bu makineyi 1898 yılında Houston Street’teki laboratuvarının ortasındaki çelik kirişe bağlayıp, sonuçlarını izlemek için çalıştırdı… Değişik çatırdama sesleri yükselmeye başlamıştı, laboratuvar’ın çevresindeki sokaklarda büyük bir panik vardı; mobilyalar sallanıyor, camlar çatırdıyordu. İnsanlar sokaklara dökülmüştü…Az ileride Mullbery Karakolundaki polisler, masaları sallanıp yer titrediğinde bir şeylerin yolunda olmadığını fark ederler, Tesla ve onun acayipliklerini bildiklerinden bu doğa üstü olayın nedeninin yine Tesla olduğuna kanaat getirip apar topar laboratuvarına doğru koşarlar. Kırılan camların sesi gelirken kapıyı kırıp içeri girdiklerinde uzun boylu, zayıf ve heybetli bir adam olan Tesla odanın ortasındaki bir kirişe bağlı küçük, siyah kutuyu paramparça etmiştir bile. Tesla ve asistanları hiçbir şeyden haberleri olmadığını iddia ederler ve bir deprem olabileceğini söyleyip işlerine dönerler. Tesla ayrıca bu makine ile Empire State binasını 2,3 kg hava basıncı yardımıyla 10 dakika içerisinde yerle bir edebileceğini ya da birkaç hafta içinde dünyayı elma gibi ortadan ikiye ayırabileceğini iddia ediyordu.
  12. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana hayvanı, bitkiyi, denizi, nehri kısacası tüm doğayı kendi çıkarlarımız doğrultusunda kullanmayı başarmışız. İnsanoğluna hayvanların etinden, sütünden, kürkünden, bitkilerin meyvesinden, gövdelerinden, tohumlarından, suların kuvvetinden yararlanmak yetmemiş ki misk bezleri taşıyan hayvanların da bu bezlerini kullanmayı es geçmemişler. Peki ama misk bezleri ne amaçla kullanılır? Hayvan miskleri ya da doğal kokular, parfüm tarihinde çekici bir yer edinmiş ve cinsiyetle, güçle, kraliyetle, gizemle bağlar kurmuştur. Parfümün tarihine bakacak olursak oldukça eski çağlara dayandığını görürüz. Her ne kadar parfüm deyince aklımıza Fransa, İtalya, İngiltere gibi Avrupa ülkeleri gelse de kökeni Mezopotamya’da, bundan 4000 yıl kadar öncesine yani M.Ö. 2000’li yıllara dayanır. Adını Latince ‘Duman’ anlamına gelen ‘PER FUMUS’ kelimesinden almıştır. Tarihteki ilk parfümler bugünkü gibi kozmetik amaçlarla değil, daha çok dini ritüeller için kullanılıyordu. Hatta bazı dini inanışlara göre Hz. Adem’in cennetten dört nesneyle birlikte yeryüzüne indiğine inanılır. Bunlar; incir yaprağı, asa, yüzük ve gözyaşlarıydı. Gözyaşlarından Tanrı‘nın değerli taşları yarattığına, yüzüğü Hz. Süleyman’a, kukadan olan asa ise Hz.Musa’ya ulaştığına ve son olarak da incir yaprağını yiyen geyiğin misk üretmeye başladığına inanılır. Tabi ki bu koku sevdası sadece dini ritüellerle sınırlı kalmamış, kadınlar karşı cinsi etkilemek için de kullanılmışlar. Tarihteki en güzel kadınlardan biri olarak anılan Kleopatra gücünü ve yetkilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve hükümdarlığını geri kazanmak amacı ile Roma İmparatoru Jül Sezar’ı işbirliğine çağırmış, ünlü imparatoru ikna etmek için güzelliği ile birlikte çok miktarda parfüm kullanmıştır. Jül Sezar’ın öldürülmesinin ardından Mısır’a geri dönüp kraliçe olan Kleopatra’yı ona fazlasıyla aşık Romalı devlet adamı Mark Anthony parfüm kokulu bir sandalda karşılamıştır. Kleopatra’nın şehre girişi onunla birlikte gelen yoğun bir koku bulutu sayesinde herkes tarafından öğrenilmiştir. Daha sonra Mısır gibi köklü medeniyetler koku ticaretine başlamışlardır. Koku kullanımı hızla tüm dünyaya yayılırken Çinliler ise kendi coğrafyalarında yaşayan bilimsel adı Moschus berezovskii olan erkek misk geyiklerinin salgılarıyla koku üretmeye başlamışlardır. Günümüzde çok farklı yapay kokular varken insanlar hala neden misk bezlerinin peşindeler? Parfümün tenimizde uzun süre kalması için kokuların içine ‘fiksatör’ (sabitleyici) denilen malzemeler kullanılır. Doğada bulunan en iyi fiksatörler de maalesef misk bezlerinde bulunur. Misk bezi dediğimizde birçoğumuzun aklına misk geyikleri gelir fakat bunlarla sınırlı değildir. Misk faresi, misk öküzü, misk kedisi gibi hayvanlarda misk bezleri bulunur. Hayvanın üreme döneminde çiftleşmek için işaret olarak kullanılan misk bezleri erkek bireylerin testisleri üzerinde konumlanır. Misk hayvanlarına bahşedilmiş bu güzelim özellik onların kara talihi haline gelmiştir. Birçok parfüm üreticisi tarafından katledilen bu hayvanlar ilerleyen yıllarda türlerinin tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirler. kaynak: https://purrfumery.com/pages/animal-musks-the-dark-secret-of-perfume
  13. Avusturya Çevre Ajansı ve Viyana Tıp Üniversitesine bağlı çalışan ekipler, insan besin zinciri içerisinde artık plastiklerin de bulunduğunu ve insan dışkılarının incelenmesi sonucunda maalesef atıklarda da mikroplastik parçalarının sindirilmeden çıkış yaptığını gösteren bir araştırma yayınladılar. Dışarıda olması, içeride olmasından her daim daha iyidir değil mi? Uluslararası çapta yürütülen çalışma içerisinde dünyanın farklı noktalarından 8 farklı gönüllü katılımcı ile yola koyulan ekip, insan dışkılarında mikroplastik arama çalışmaları yürüttü. İnsan sağlığını tehlikeli düzeyde etkileyebilecek bulgular elde eden çalışmacılar, alınan numunelerde yaptıkları inceleme sonucunda 9 farklı plastik partikülleri ve parçaları tespit ettiler. Bilim çalışanları katılımcılardan elde ettikleri ortalama 10gram dışkı örneği üzerinden 20 farklı mikroplastik parçacığı tespit ettiklerini belirtmiş durumda. 5mm büyüklüğün altındaki plastik parçalarını mikroplastik olarak değerlendiren araştırmacılar, bu parçaların tamamen yapay olarak üretildiğini, sadece insan dışkısında değil; özellikle okyanus çağında ciddi oranda bulunduğunu belirtiyor. United European Gastroenterology birimi mikroplastik parçacıklarının kimyasal açıdan oldukça zehirli sızdırmalar gerçekleştirebileceğini ve hayati tehlike arz edebileceğini vurguluyorlar. Ancak belirtmek gerek; çalışma şu anda oldukça minimal denek sayısı ve koşulda yürütülüyor, sonuçlar çok daha riskli ve endişe verici olabilir. Araştırmacı katılımcı Dr. PhilippSchwabl: “Plastiklerin maalesef insan bağırsağına ulaştığını doğruluyoruz ve bu uzun süredir endişe duyduğumuz teoriler üzerine yürütülen ilk çalışmadır” şeklinde bir açıklamada bulundu. İnsan için durum şimdilik bu şekildeyken, hayvanlar üzerinde yürütülen çalışmalarda bağırsak içerisinde yüksek oranda plastik tespit edilirken, bu mikro parçacıkların kan akışı, lenf sistemi ve karaciğere kadar rahatlıkla ulaşabildiğini gösteriyor. https://www.ueg.eu/press/releases/ueg-press-release/article/ueg-week-microplastics-discovered-in-human-stools-across-the-globe-in-first-study-of-its-kind/
  14. Tarım ve sanayi devriminden sonra Homo sapiens hümanist dinler tarafından ilahlaştırılırken, çiftlik hayvanları acı ve üzüntü hissedebilen canlılar olarak görülmemeye ve makine gibi muamele görmeye başlamıştı. Hayvanlar tüm yaşamlarını üretim bandının önemsiz bir çarkı olarak geçiriyorlar. Sanayi onları sağlıklı ve iyi besleyerek hayatta tutsa da, bu hayvanların sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarına özen gösterilmiyor. Örneğin tavukların çok karmaşık dürtülerden ve davranışsal ihtiyaçlardan oluşan dünyaları vardır. Çevrelerini keşfetmek, yiyecek toplamak, sağı solu kurcalamak ve yuva yapmak gibi çok sayıda güçlü istekleri vardır. Ama yumurta endüstrisi genellikle her biri 25 cm’ye 22 cm’ lik kafeslere dörder adet tavuk sıkıştırmıştır. Tavuklar yeterince iyi besleniyor olabilirler ama davranışsal ihtiyaçlarını yerine getirmek bir yana kanatlarını bile çırpamıyorlar. Bu hayvanların fiziksel acı hissettikleri gibi, aynı zamanda duygusal olarak da acı çektiklerini bilim insanları ortaya koymuştur. 1950’lerde Amerikalı psikolog Harry Harlow yaptığı çalışmasında yeni doğan maymunları kullanmıştır. Annelerinden ayrılan maymunlar sahte annelerin olduğu kafeslere konulmuştur. Harlow her kafese biri süt şişelerinin yerleştirildiği metal, diğeri süt bulunmayan ama maymuna benzeyen kumaşla kaplı olan iki sahte anne yerleştirmişti. Yavru maymunlar her ne kadar metal anneden süt emseler de kumaş olan sahte anneyle yakınlık kurup, onunla daha çok vakit geçiriyorlardı. Daha sonra yapılan çalışmalar da tüm memelilerde hatta kuşlarda da benzer şekilde olduğunu göstermiştir. Endüstriyel tarımın trajik yanı, hayvanların görünürdeki ihtiyaçlarıyla ilgilenirken duygusal ihtiyaçlarının göz ardı edilmesidir. kaynak 1, kaynak 2
  15. Elektronların yörünge ve spin açısal momentleri ve buna bağlı olarak dipol momentleri vektörel bir büyüklüktür. Dolayısıyla bir atoma her enerji seviyesinde bir dipol moment karşılık gelir. En basit hidrojen atomun da bile sonsuz sayıda kuantum seviyesi olduğuna göre, en az bir o kadar da dipol momenti olacaktır. Buna bağlı olarak atomun vektör modeli yörünge kuantum sayısı L=2 olan bir seviye (2L+1) defa Zeeman yarılmasına (kısaca elektrik alanı uygulandığındaki yarılmalardır) uğrar ve dış alanı içinde yarılma ve yönelmeler oluşur. Bu atomik vektör durumu dolmamış orbital grupları için geçerlidir. Dolayısıyla elektronların açısal momentumlarının toplamının bulunmasına ‘atomun vektör modeli’ denir. Tam dolu orbital grupları bu duruma katkı sağlamazlar. Tam dolmamış orbital gruplarının elektronlarının orbital, spin ve açısal momentumları sırasıyla L(i), S(i), ve J(i) şeklinde gösterilir. Burada L; atomun orbital açısal momentumunu, S; atomun spin açısal momentumunu ve J; atomun açısal momentumunu göstermektedir. Atomik sistemin tek elektronlu toplam açısal momentumu J=L+S denklemiyle verilir. Atomun toplam açısal momentumunun bulunmasında ise 2 yol vardır. Atom numarası z<40 olan elementler için L ve S açısal momentumu korunumludur. Dolayısıyla Z>40 için açısal momentumu ikinci yoldan bulunur. Bunu da ilk kez Amerikalı astronom H.N.Russel ve Amerikalı fizikçi F.A.Saunders tarafından bulunduğundan buna Russel-Saunders ya da L-S çiftleşmesi denir. Atomik spektrum durumlarının açıklanması atomun vektör modelinin ise açıklığa kavuşmasına neden olmaktadır. Çok elektronlu atomik sistemlerin spektrumlarına ilişkin çizgilerinin incelenmesi elektronların da kendi eksenleri etrafında dönmeleri sonucu oluşan ‘spin açısal momentum’larının da göz önüne alınmaları gerekir. Spin açısal momentumu S olmak üzere S=s h/2π=s.h (Planck çizgi) şeklinde verilir. Eşitlikte ise s kuantum sayısı ya da spin kuantum sayısı olarak bilinir ve bir vektörel büyüklük olup 1/2 şiddetindedir. Çok elektronlu sistemlerde toplam spin vektörü elektronların ayrı ayrı sahip oldukları S vektörlerinin vektörel toplamıyla saptanabilir. Atomik sistemlerde elektron sayısı tek ise s 1/2 tek katlarına, çift ise 1/2’nin çift katlarına eşit olmaktadır. [1]. Prof.Dr. Mustafa Cebe – Kuantum Kimyası (Dora Basın Yayınevi – 2011) [2]. Prof.Dr.Erol Aygün – Prof.Dr.D.Mehmet Zengin – Kuantum Fiziği (Bilim Yayınları-2009) [3]. Prof.Dr.Yüksel Sarıkaya – Fizikokimya (Gazi Kitabevi Yayınları-2011)
  16. Klasik hücre ölüm mekanizmalarından hem biyokimyasal hemde genetik olarak farklı olan ferroptoz, ilk kez 2012 yılında Dr. Brent R. Stockwell ve ekibi tarafından ortaya konmuştur. Ekibin ras mutant tümör hücrelerinde keşfettikleri bu mekanizma, demir metabolizması ile yakından ilişkilidir. Fakat diğer (+2) değerlikli metal iyonlarından ve klasik hücre ölümünü baskılayan inhibitörlerden etkilenmemektedir. Morfolojik olarak mitokondriyal membran yoğunluğu, mitokondri kristasının küçülmesi veya yok olması, mitokondriyal membran kopması ile karakterize edilir. Çalışmalar sonucunda, lipit ve amino asit metabolizmasında rol oynayan genler dahil olmak üzere, ferroptoz için gerekli olan bir dizi gen belirlemiştir. Beyin, böbrek ve diğer dokulardaki patolojik hücre ölümünü bloke edebilen, ferrostatin-1 ve liproksstatin-1 ‘nde dahil olduğu bir dizi küçük moleküllü ferroptoz inhibitörüde çalışmalar sonucu ortaya çıkarılmıştır. Ferroptoz etken sebep olan yolaklardan biri GPX4 enzim aktivitesiyle alakalıdır. Bir lipit onarım enzimi ve glutatyon biyosentez enzimi olan glutatyon peroksidaz 4’ün (GPX4) aktivite kaybı sonucunda oluşan serbest radikal molekülleri, lipit molekülünün bozunmasına neden olur. Bu bozunma, hücre zarında lipid peroksidasyonuna sebep olarak hücrenin bütünlüğünü bozar ve sonucunda hücre ölüme gider. Ayrıca oluşan serbest radikal molekülleri lipitlerin, proteinlerin ve nükleik asitlerin yapısında değişiklik meydana getirebilirler. Hücre zarındaki lipidlerin yüzeyinde, peroksidan birikmesine ve ardından enzim ve reseptörlerinyapısının bozunmasına sebep olabilir. Bu bozunma sonucunda yapısal proteinlerin işlevi değişir ve DNA’da hasar bırakırlar. Mekanizması hala tam olarak anlaşılmamış olsa da, ileride kanser hücreleri üzerinde bu yolağın kullanılması ve alternatif bir tedavi geliştirilmesi üzerinde çalışmalar devam etmektedir. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC5072448/ Blog adresinde MELİKE GEÇİLİ tarafından yazılmıştır.
  17. Güneş sistemi içerisinde oldukça büyük ve hayat kaynağımız olan Güneş, içinde bulunduğumuz Dünya dahil 8 tane gezegen, yaklaşık onlarca cüce gezegen (ki bunlara Plüton’da dahildir) ve sayısız meteorlardan oluşur. Sistem içerisindeki gezegenlerin ilk üyesi olan Merkür, Güneş’e en yakın olmasına rağmen en sıcak gezegen değildir. Güneş etrafındaki dönüşünü 88 günde tamamlar. Güneş’e uzaklığı 57 milyon km’dir. İkinci üye olan Venüs sera etkisi sebebiyle en sıcak gezegendir.Atmosferi bulutlarla kaplıdır ve adeta bir cehennemi andırır. Sıcaklığı 480 santigrat dereceye ulaşabilir. Güneş’e uzaklığı 110 milyon km’dir. Venüs’te Dünya’da ki gibi 90 atmosferlik karbondioksit gazı vardır. Ancak Venüs’te bu karbondioksit yer kabuğunda değil atmosferdedir. Venüs yaklaşık Dünya’nın %91’i kütleye sahiptir. Venüs’teki atmosferik basınç Dünyadaki’nin 90 Venüs’ün albedosunun %75 olması ve bize çok yakın olması onu geceleri çok parlak bir şekilde görmemizi sağlar. Güzel gezegenimiz Dünya Güneş sistemi içerisinde tek yaşam barındıran güzel gezegenimiz Dünya, atmosferinde %71 oranında azot bulundurur. Güneş’e uzaklığı ise ortalama 150 milyon km’dir. Hacmi Güneş’in 1.000.000’da biridir.Yörüngesi diğer gezegenler gibi eliptiktir. Venüs’ten sonra en çok uzay aracı gönderilen Mars, Güneş’e yakınlıkta 4. gezegendir.Kızıl gezegen olarak da bilinir. Güneş sisteminin 24 km yüksekliğiyle en yüksek dağı olan Olympus Mons dağı vardır. Mars’ın bir günü 24 saat 37 dakikadır.Güneş’in yaşam kuşağında yer almasına rağmen yaşama elverişli değildir. Çünkü manyetik alanı oluşturamaz bunun sonucunda ısıyı tutacak bir atmosferi uzun süre koruyamaz. Güneş’e ortalama uzaklığı 228 milyon km’dir. Jüpiter Güneş’e yakınlık sıralamasında Mars’tan sonra 5. sırada gelir.Gaz devlerinin ilkidir ve Güneş sistemi içerisinde en büyük gezegenidir.Devasa bir manyetik alana ve 67 tane uyduya sahiptir.Satürn kadar belirli olmayan halkaları vardır.Gece vakti Ay ve Venüs’ten sonraki en parlak gökcismidir. Büyük kırmızı leke adlı içine 3 tane Dünya’nın sığabileceği devasa bir fırtınaya sahiptir.Jüpiter’in hemen hemen tamamı hidrojen ve helyumdan oluşmuştur. Diğer gezegenler vs Dünya Satürn mükemmel halkalarıyla adeta Güneş sistemi incisi gibidir. Güneş’e yakınlıkta 6. sıradadır. Satürn’ün bilinen 62 tane uydusu vardır.Bu uydulardan 53 tanesi resmi olarak isimlendirilmiştir.Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan bir uydu olmasına rağmen büyüklüğü Güneş’e en yakın gezegen olan Merkür’e eşdeğerdir.Satürn çıplak gözle görülebilen en uzak gezegendir.Jüpiter gibi tamamı hidrojen ve helyumdan oluşmuştur.Güneş çevresindeki bir turu 29.46 Dünya yılıdır. Güneş’e yakınlıkta 7. sırada olan Uranüs bünyesinde çok fazla buz,metan ve amonyak bulundurduğu için gaz devinden ziyade bir buz devidir.Uranüs’ün eğikliği çok fazla olduğu için yan yatmış bir top gibidir.Uranüs’ün fotoğraflarda bulutsuz ve pürüzsüz görünmesinin nedeninin aslında aşırı miktarda bulutlu olmasıdır. Neptün Güneş Sistemi’ndeki 8. ve en son olan gezegendir. Güneş’e uzaklığı ise 30.1 AB (1 astronomik birim 150 milyon km) yani 4,503,443,661 km’dir. Jüpiter’in Büyük Kırmızı Lekesi gibi mavi inci Neptün’ün de Büyük Kara Lekesi vardır. Bu Büyük Kara Leke’nin içine Dünya sığamasa da Ay sığabilir. Büyük Kırmızı Leke’nin Jüpiter’e oranıyla Büyük Kara Leke’nin Neptün’e oranı aynıdır. Ayrıca Büyük Kara Leke ile Büyük Kırmızı Leke hemen hemen aynı boylamlar üzerinde yer alır ve bu da bizim aklımıza gaz devlerinin atmosferinde bazı karakteristik özelliklerinin benzer olduğu düşüncesini getiriyor. Neptün’ün toplam 14 uydusu vardır.en büyük uydusu Triton’dur.Uydularının toplam kütlesinin %99’unu oluşturur.
  18. Ülkemizin sinirleri tavan yaptıran gerilim dozu yüksek reel gündeminden kısa bir süreliğine uzaklaşıp, benim de çok aşinası olmadığım biraz popüler bilim, biraz post modern masal bir konuya birlikte göz atalım mı? 1-Buradaki çoğu kişi hatırlayacaktır; altı yıl önce, bu günlerde dünya genelinde deyim yerindeyse bir “kıyamet mania” yaşanıyor, azımsanmayacak sayıda insan, 21 Aralık 2012 itibariyle kıyametin kopacağına, dünyanın son günlerinin yaşandığına inanıyordu. 2-Bu inancın kaynağı ise Latin Amerika’da bir arkeolojik kazıda çıkan Maya takvimlerinden biriydi. Gelecek yüzyıllar boyu ay ve günleri gösteren takvim 21 Aralık 2012 itibariyle sona eriyordu. 3-Bu tarih, kıyamet ve dünyanın sonu olarak değerlendirildi. NASA’nın “böyle bir şey yok” içerikli açıklamalarına rağmen, kıyametin dünyaya çarpacak bir göktaşı yüzünden yaşanacağı iddia edildi. 4-Bu arada kopacağına inanılan kıyametten sadece İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyü ile Fransa’nın Bugarach köyünün etkilenmeyeceği şeklindeki kaynağı meçhul inanış nedeniyle bu yerleşim yerleri dünyanın ilgi odağı haline geldi. 5-Tüm dünya nefesini tutmuş beklerken, beklenen tarih geldi, takvimler 21 Aralık 2012’yi gösterdi, ancak ne iddia edildiği gibi kıyamet koptu, ne de dünyanın sonu geldi. Hayat normal akışı içinde devam etti. Yoksa Mayalar yanılmış mıydı? 6-Şimdi başka bir coğrafyada, Irak’ta bulunan başka bir arkeolojik kalıntıya, Sümer tabletlerine göz atalım. Çünkü, konuyla doğrudan ilgili olduğunu ilerleyen satırlarda göreceğiz. 7-İngiliz arkeolog tarafından 1849’da keşfedilen tabletler toplamda 22 bin adedin üzerinde ve tahminen 6 bin yıllıktı. Dünyanın her yerinden yüzlerce arkeolog, dilbilimci vd. uzmanların üzerinde yaklaşık 150 yıl süren çalışması ile bu tabletler günümüz dillerine çevrildi. 8-Tabletlerin yorumuna göre insan, güneş sisteminin dışından bir gezegen olan Nibiru’dan dünyaya gelen uygar bir halk tarafından genetik mühendislikle kendi soyları ve maymunların kırmasından oluşturuldu. Ayrıca bir dev Anunnaki ırkı yaratarak altın madeni çıkarmakta kullandılar. 9-Tabletlerde; 4 kutsal kitapta anlatılan Adem-Havva, yasak meyve, Habil-Kabil, Nuh tufanı, dünyanın yaratılışı vb. birçok öykü, üstelik de çok daha ayrıntılı olarak yer alıyordu. Bu tabletler en eski kutsal kitap olan Tevrat’tan 3.000 yıl kadar daha eskiydi. 10-Şimdi bunun Maya takvimi ile ne ilgisi mi var? Şöyle: Astronomide çok ileri olan Mayalar’ın notlarına göre de güneş sistemi dışından bir gezegen güneş sisteminden geçerken bazı gezegenlerin yörüngesini bozmuş, yakın komşumuz olan Mars’ın da atmosferini yok etmişti. 11-6.000 yıl önce yazılan Sümer tabletlerinde de bu konudan açıkça bahsediliyordu. Dahası, geçtiğimiz yıllarda NASA tarafından Mars’a gönderilen insansız aracın verilerine göre de çok eski zamanlarda Mars’ta atmosfer vardı, yerin altında buz kütlesi bulundu ve bilinmeyen bir nedenle aniden yok oldu. 12-Bizim güneş sistemi dışından gelip ortalığı karıştıran bu gezegene Sümerler “Nibiru” demiş. Mayalar köklü astronomi bilgileri sayesinde bu gezegeni gözlemleyip not etmiş. Aralarında binlerce kilometre ve 3.000 yıllık zaman farkı olan iki uygarlık aynı bilgileri teyit ediyor. 13-Bir yılın 365 gün olduğunu hesaplayan, yılı 12 ay olarak belirleyen Mayalar’ın hesaplamasına göre Nibiru’nun izlediği düzenli döngü 3.600 yıl sürüyor ve tekrar güneş sistemimize gireceği tarih 21 Aralık 2012. Zaten takvim de bu tarihte sona eriyor. 14-Peki bu tarihte beklenen giriş gerçekleşti mi? EVET… NASA, 2012 sonunda güneş sisteminin dış çemberinde bir nesne keşfetti ve yakın gezegenlerin yörünge sapmalarını da hesaplayarak bu nesnenin yeni bir gezegen olduğunu açıkladı. Gezegenin adı da “X Planet” olarak konuldu. 15-Bu arada söz konusu yabancı gezegenin güneş sistemimize girişi eski uygarlıklara göre bir kıyamet değil yeni bir yaşam döngüsüydü. Bir önceki girişte oralı gelişkin canlılar, kendi genlerini dünyalı canlıya aşılayarak insan ırkını yaratmış. 16-O halde bu X Planet, Sümer ve Mayaların bize bildirdiği Niburu’dan başkası değil mi? Öyle ise Mayaların hesabı doğru. Çünkü gezegen tam da 21 Aralık 2012’de güneş sistemimize giriş yapmış. Bu durumda dünya ve insanlık yeni bir yaşam döngüsünün arifesinde mi yani? 17-Tam Mayaların belirttiği tarihte güneş sistemimize Nibiru ya da X Planet’in dahil olduğu fark edilince, ABD hemen harekete geçti ve Irak işgali sırasında karargah kurduğu Nasıriye şehrindeki Sümer Ziguratı’nı kontrol altına alarak, çok güçlü X-Ray cihazlarla çalışmaya başladı. 18-Nasıriye şehri, İbrahim/Abraham peygamberin yaşadığı ve tek tanrılı dinlerin başladığı şehir kabul edilen tarihi Ur şehri. Buraya özel birlikler sevk eden ABD’nin yaptığı araştırma ve çalışmaların sonucu doğal olarak bilinmiyor. 19-2012 ortalarında Suriye’de de Şam’a yakın bir antik kent ortaya çıkarıldı. Buraya “Syria Stonehenge” dendi. Tarihi 10.000 yıl kadar geriye giden yapı Ur ile yaklaşık yaşıt. Suriye’de savaşın başlaması ile bölgeye gelen Rus askerleri burayı kontrolüne aldı. Ötesi, bilinmiyor. 20-1995’ten beri araştırılan ancak birkaç yıl önce ani biçimde dünya gündemine gelen bir başka önemli arkeolojik kalıntı, ülkemiz sınırları içindeki Göbeklitepe ise Ur ve Suriye Stonehenge’den daha eski. Üç şehri haritada birleştirdiğimizde eşit kenar bir üçgen ortaya çıkıyor. 21-Bu kadar mı? Hayır. Bu da bir başka Stonehenge. Nerede olsa iyi? Yıllardır Ortadoğu’daki çatışma noktalarından biri olan Golan Tepeleri’nde… İsrail’in 1967 yılındaki savaşta bölgeyi Suriye’den almasının ardından fark edilmiş. 22-Bunları üst üste koyunca şu soru akla geliyor: İnsanoğlu gerçekte neyin savaşımında? Güçlü devletler belli noktaları kontrolüne almak için köşe kapmaca oynuyor. Bütün soğuk-sıcak savaşların asıl nedeni enerji kaynakları üzerinde hakim olmanın da ötesinde başka bir şey mi? Sizce?
  19. Yaşayan şeyler, bilgiyi biriktiriyor ve çoğaltıyorlar. Bu gerçekten yaşamın ve evrimin ardındaki itici unsurdur. Fakat insanlar, bilgiyi çoğaltmak ve biriktirmek için yeni bir yöntem icat ettiler. Bunun adı sayısal (dijital) bilgi ve hayret verici bir hızda büyüyor. İnterneti kullanan insan sayısı ve nesnelerin interneti üzerinden ona bağlanan cihazlar artıyor. Sayısal bilgi, kendini mükemmel şekilde kopyalayabilir, her indirme veya görüntüleme ile birlikte kopyalama sayısını artırır, düzenlenebilir (değişebilir) veya yeni bilgi yığınları üretmek için birleştirilebilir. Ayrıca yapay zeka üzerinden ifade edilebilir. Bunlar, yaşayan şeylere benzer özelliklerdir. Bu yüzden muhtemelen, sayısal teknolojiyi evrim geçirebilen bir canlıymış gibi düşünmeye başlamalıyız. Sayısal bilgi, aslında hiçbir güç masrafı olmadan çoğalmaktadır ve hızlı oluşum sürelerine sahiptir. Yapay zeka bizi satrançta ve oyun gösterilerinde yenebilir. Dahası, bizden daha hızlıdır, bazı alanlarda bizden daha akıllıdır ve bizim verimli şekilde yapamayacağımız kadar karmaşık olan işlerden şimdiden sorumludur. Trends in Ecology & Evolution bülteninde yayınlanan bir tezi tartışacağız ve biyologlar için bu durum, dijital dünyanın bizi geçebildiği gibi görünebilir. Bilginin büyümesi Yeni evrimleşen herhangi bir varlık, Dünya üzerindeki yaşam için büyük değişimlere sebep olabilir. Aslında, yaşamın tarihindeki bütün büyük evrimsel değişimler, bilgi depolama ve aktarmadaki değişimler aracılığıyla meydana gelmiştir. Ve dijital devrim, bilginin depolanma ve aktarılma şeklini kesinlikle değiştirmiştir. İnternetin şu anki depolama kapasitesi 10^24 bayta yaklaşmaktadır ve yıllık yüzde 30’dan yüzde 40’a kadar büyümekte, hiç yavaşlama işareti göstermemektedir. Yaşamın başlangıcından beri geçen 3.7 milyar yılda, yaşayan şeylerdeki bilgi (DNA), yaklaşık 10^37 bayta eşdeğer seviyeye ulaşmıştır. Sayısal bilgi, 100 yıl içinde bu boyuta ulaşacaktır. Bu evrimsel olarak bir göz açıp kapama süresidir. Kazananlar ve kaybedenler Her bir evrimsel değişim sürecinde, kazananlar ve kaybedenler olur. Ve bizlerin, sayısal değişimin insanlığa karşı bir tehlike oluşturup oluşturmadığını sormaya başlaması gerekir. Bu soruya cevap vermek için, edindiğimiz bilgi ve tecrübelerin avantajına sahibiz. Dünya’nın her evrimsel değişiminin, aslında eski bilgi taşıyıcıların köleleşmesiyle sonuçlandığını biliyoruz. RNA bilginin esas taşıyıcısıydı. DNA ortaya çıktığı zaman, RNA’nın rolü, basitçe DNA’dan gelen iletileri hücreye göndermeye indirgendi. Karmaşık hücreler ortaya çıktığında, daha basit olan bakteri hücrelerini içeriyorlardı. Bunlar güç üreticiler (mitokondri) veya güneş levhaları (kloroplastlar) haline geldiler ve yeni hücre türlerinin ihtiyaçlarına hizmet ettiler. Bir sonraki değişim, çoklu hücrelere sahip canlılarla sonuçlandı. Bu hücrelerin çoğu, sahip oldukları bilgiyi sonraki nesle geçirmedi, fakat sadece bilgiyi geçiren az sayıdaki hücreyi desteklemek için var oldular. Çevreden bilgi toplayan sinir sistemlerinin gelişimi, hayvanlara büyük faydalar sağladı. Bu etkinlik, bilginin dil ve kültür aracılığıyla nesiller arasında geçişi ile insan topluluklarında zirveye ulaştı. Bu da insanların gezegene hakim olmasını sağladı, öyle ki, Antroposen olarak adlandırılan yeni bir jeolojik dönemi tetikledik. Nesil tükenmeleri Bu yüzden, evrimsel tarihin dersleri açıktır. Bilginin çoğalma ve saklanma şeklindeki değişimler, var olan canlıların sık sık yok olmasına, asalaklığa veya en iyi durumda, karşılıklı ve işbirlikçi bir ilişkiye yol açtı. Küresel liderler, askerî özerk robotların dünyayı gele geçirme tehlikesi hakkında şimdiden uyarıyor ve Terminatör gibi korkutucu bilim kurguları hatırlatıyorlar. Sayısal dünyaya cihazlar aracılığıyla gitgide artan bir şekilde bağlanıyoruz ve beyinlerimize yapılacak olan doğrudan bağlantılar ise ufukta görünüyor. Eğer beyinlerimizi internet ile kaynaştırırsak, yeni duyusal ve algısal yetenekler kazanabiliriz. Fakat aynı zamanda, ‘kendimizin’ ve ‘gerçeğin’ ne olduğuna dair algımızı kaybedebiliriz (Matrix, Inception filmleri) veya kendimizi sayısal asalaklarla karşı karşıya bırakabiliriz. Etkinliklerimiz ve fizyolojik koşullarımız gitgide artan bir şekilde gözlendiği, izlendiği ve incelendiği için, her düşüncemiz ve eylemimiz tahmin edilebilir (George Orwell’in 1984 eseri veya Azınlık Raporu filmi). Biyolojik bilgi yapıları, bundan sonra sayısal olarak idare edilen sosyal bir yapıda, tahmin edilebilir bir dişli çark haline gelebilir. Karar verme yapıları ile yapay zeka ağları, insan beyinlerini taklit ediyor ve günlük etkileşimlerimize uyum sağlıyorlar. İnternette hangi reklamları göreceğimize karar veriyorlar, menkul kıymetler borsası işlemlerinin büyük çoğunluğunu yerine getiriyorlar ve elektrik nakil şebekelerini işletiyorlar. Ayrıca, internetteki tanışma siteleri aracılığıyla insanların eşleşme seçimlerinde önemli bir role sahipler. Kendimizi, sayısal derebeylerimizin etten robotları olarak hissetmek zorunda olmasak da, insanları sayısal dünya ile birleştirmek, geri dönüşü olmayan noktayı geçti. Biyolojik şartlarda, birbiriyle alakasız iki canlı arasındaki bu gibi birleşmeler, simbiyoz olarak adlandırılır. Doğada, bütün simbiyozlar, bir canlının diğerinden çok daha iyi şekilde yemek temin ettiği asalaksal bir ilişkiye dönme ihtimaline sahiptir. İnterneti, evrimleşebilen bir canlı olarak düşünmeye başlamalıyız. Bizimle işbirliği mi yoksa rekabet mi edeceği, hatırı sayılır ölçüde bir endişe kaynağıdır. Davis, Kaliforniya Üniversitesi’nden Moleküler Evrim Profesörü Michael Gillings, Biyolojik Bilimlerde kıdemli eğitmen Darrell Kemp ve İletişim Profesörü Martin Hilbert, Science Alert, Özet Haber Dergi, OZ, kaynak
  20. Öncelikle birkaç senedir beslenme ve spor konularıyla ilgileniyor, kendim de vücut geliştirme ve dağcılık sporuyla amatör olarak ilgileniyorum. Bir süre kalori eksikliğim olduğu için düzenli olarak protein tozu da kullandım. Kendi deneyimlerimden ve de öğrendiklerimden yola çıkarak, bu konu hakkında hiçbir şey bilmeyen, öğrenmek isteyen ya da kafasında karışıklık yaşayan insanlara temel bazı bilgileri aktarmak istedim. Bu konular hala araştırılma sürecinde olduğu için herhangi bir bilgiye kesin doğru ya da kesin yanlış diyemiyoruz. O yüzden eğer yeni bir bilgi geldiyse ya da hatalı bir bilgi aktardıysam düzeltilmesini isterim. Protein tozu nedir, ne değildir, ne yapar ya da ne yapmaz, zararlı mıdır yoksa zararsız mıdır gibi birçok soru yıllardır toplumlar arasında bir tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmanın uzantıları tabi ki burada da devam etmektedir. Bazı doktorlar ya da profesörler özellikle protein tozunun zararlı olduğunu sürekli vurgulayarak bu konuda kesin bir hat çizmektedir. Fakat diğer yandan tabi ki büyük bir supplement sektörü ve sporcu kitlesi bu durumun yanlış olduğunu aksine protein tozunun gelişime katkı sağladığı için var olduğunu ve satıldığını vurgulamaktadır. Ancak bu konunun az çok ne olduğunu kavramak adına önce birkaç ‘doğru bilinen yanlışın düzeltilmesi gerekmektedir. Öncelikle protein tozu bir çeşit supplementtir. Supplement dediğimiz şeyler, türkçe anlamıyla ek besinlerdir. Ek besinin işlevini gösterebilmesi için öncelikle sizin vücudunuza bir miktar besin, yani bir miktar kalori almanız gerekmektedir. Supplementlerin amacı, sizin gelişiminize ya da sağlığınıza belli bir ölçüde fakat daha hızlı şekilde etki sağlamaktır. Yani ek besin olarak sizin günlük eksikliklerinizi kapatmak için kullanılırlar. Eğer siz günlük almanız gereken mikro ve makro kalorinizi besinlerden yeterli olarak karşılayabiliyorsanız, supplementlere pek ihtiyacınız kalmaz. Tabi ki kişinin yapısına, aktivitesine ya da sağlık durumuna göre bu ihtiyaç değişkenlik gösterecektir. Spor özellikle de bodybuilding, vücudunuza yoğun bir baskı uygular. Bu baskının sonucunda kaslarınızda mikro ölçeklerde hasarlar oluşur. Yani biz spor yaptığımızda vücudumuzu geliştirmez aksine yıpratır ve onu stres altına sokarız. Yıpratmayı gelişime çeviren eylem ise beslenme ve dinlenmedir. Bu gelişim sürecinde en önemli rollerden birine sahip olan şey tabi ki de proteindir. Protein tozuysa sizin gıdalardan aldığınız proteinin, belli birkaç enzim işleminden geçirildikten sonra toz haline getirilmiş şeklidir. Genel olarak peynir altı suyunun ayrıştırılmasıyla oluşturulur; fakat başka besinlerden de üretilmektedir. Siz günlük almanız gereken protein miktarını gıdalardan aldıysanız ki önceliğiniz gıdalar olmalıdır, o halde protein tozu kullanmanıza gerek kalmaz. Protein tozu diğer ek besinler gibi sizin ufak tefek eksikliklerinize katkı sağlamak adına üretilmiştir. Sadece size bir miktar zaman ve takviye avantajı sağlar. Büyülü bir toz değildir. Protein tozu yeni çıkmış bir şey değildir. Aksine onlarca yıldır piyasadadır ve onlarca yıldır sporcular tarafından kullanılmaktadır. Protein tozu kas ya da yapay kas yapmaz. Kasınızı şişirmez, hızla büyütmez ya da protein sentezinizi aşırı bir şekilde arttırmaz. Bunlar anabolik steroidlerdir ve genelde yarışmacılar; yani bu işe hayatını adamış ve bu işten para kazanan insanlar tarafından kullanılır, kullanılmak zorundadır. Protein tozu sadece, eğer protein eksikliğiniz varsa aldığınız zaman kas gelişiminize katkı sağlar. Yediğiniz ya da içtiğiniz bir şeyin yan etki yapması her zaman doğrudan yediğiniz ya da içtiğiniz şey ile alakalı değildir. Örneğin böbreklerinizin zorlanması öncelikle protein tozu içtiğinizden değil, yetersiz su tükettiğinizden, önceden var olan bir sağlık sorununuzdan ya da yüksek proteinli gıdalar tüketmenizden dolayı olabilir ki yine bu durum protein tozuna özel değil, tüm besinler için geçerlidir. Su en önemli yaşam faktörlerimizden biridir. Yeterli su almazsanız zaten sağlık sorunları yaşarsınız, yaşayacaksınızdır. Bunun protein tozuyla ya da herhangi bir gıdayla doğrudan ilgisi yoktur. Özetlemek gerekirse; protein tozu eğer bir protein eksikliği yaşıyorsanız ve bu eksikliği besinlerden karşılayabilecek bir durumda değilseniz son derece pratik ve işe yarayan bir supplementtir. Bunun dışında kullanılmasının bir gereği yoktur.
  21. 3-4 gün sonra Show Haber'de izleriz gibi, bu tarz projelerin kıymeti bilinmiyor maalesef. En azından biz destek verelim, hayatın 3-4 adım ilerisinde olalım :)
  22. Biyolokum

    Covid19 ve Aşı Çalışmaları

    O zaman Türkiye'deki son durum olarak şu görseli bırakıp kaçayım. Kötü bir dalgaya tutulacağız gibi görünüyor, ancak iyi niyetli düşünmek istiyorum.

Hakkımızda

Sitemiz bir "Günlük" olarak derleme yayın, yorum, diyalog ve yazılara vermektedir. Güncel bilim haberleri ve gelişmelere ek olarak özellikle sosyal medyada gözden kaçan, değerli gördüğümüz tüm içeriğe kaynak ve atıflar dahilinde sitemizde yer vermekteyiz. Bu sitede verilen bilgilerin kullanım sorumluluğu tümüyle kullanıcıya aittir. Sayfalarımızda yer alan her türlü bilgi, görsel ve doküman sadece bilgilendirmek amacıyla verilmiştir.

Bilim Günlüğü internet sitesi 5651 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında Yer Sağlayıcı olarak faaliyet göstermektedir. İçerikler, ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Yer Sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir.

Yer Sağladığı içeriğin 5651 Sayılı Kanun’un 8 ila 9. maddelerine aykırı şekilde; kişilik haklarınızı ihlal ettiğini ya da hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsanız buradan iletişime geçerek bildirebilirsiniz. 

Bildirimleriniz dikkatle ve özenle incelenmekte olup kişilik haklarınızın ihlali ya da hukuka aykırılığın tespiti halinde mevzuat kapsamında en kısa sürede işlem yaparak bilgi vereceğiz.

×
×
  • Yeni Oluştur...